Bir önceki yazımda Dr. Bezwoda’dan bahsetmiştim. O yazımı okumayanlara kısaca hatırlatmak isterim.
Metastazı olan meme kanseri hastalarına uygulanan kök hücre destekli yüksek doz kemoterapi yaklaşımı, Dr. Bezwoda’nın yazılarının da büyük etkisiyle, 1980’li yılların sonundan 2000 yılına kadar geçen sürede çok popüler ve etkinliğine güvenilen bir tedavi haline gelmişti. Ancak yıllar içinde Dr. Bezdowa’nın yazılarının uydurma olduğu ve bilim çevrelerini aldattığı ortaya çıktı. Olayın patlak verdiği 1999 yılında bu tedaviyi uygulayan hasta sayısı sadece A.B.D.’de yılda 4.000 iken sonrasında tamamen terkedildi. O yazımın sonunda şöyle yazmıştım.
Peki her şey bu kadar basit mi, söz konusu tedavi gerçekten etkisiz mi?
Uluslararası bilinirliği de olan, halen TÜBA üyesi bir arkadaşımla bu konuyu konuştum.
Bana dedi ki; “o zamanlar o kadar üzülmüştüm ki… Aslında sorun sadece bir adamın ahlaksızca kendi verilerini değiştirmesi, bilim dünyasını yanıltması idi. Onun bu yaptıklarından sonra bilim insanları “öcü” gibi bu tedaviyle ilişkili hiç bir bilimsel çalışmaya katılmadılar, hiç bir bilimsel çalışma planlamadılar. Avrupa Kemik İliği Nakli Derneğinin planladığı bütün çalışmalar iptal edildi. Aynı durum Kuzey Amerika için de geçerliydi. Yazık oldu. Bana sorarsan ben hala bu tedavinin etkili bir tedavi olabileceğini düşünüyorum. Ama anlatamaz ve konuşamazsın artık, o tedavi yöntemi lanetli şimdi…”
Bezdowa’nın meme kanseri hastalarında önerdiği tedavi yaklaşımı aslında oldukça ucuz bir tedavi yöntemiydi. Meme kanseri hastalarında kullanılan yüksek ilaç maliyetleri göz önüne alındığında, bu tedavi – eğer etkinliği kanıtlanmış olsaydı – Bezdowa’nın ülkesi olan Güney Afrika gibi ülkelerde kolayca ulaşılabilen bir tedavi yöntemi olarak kullanılabilirdi.
Amacım bu tedavi yöntemi hala iyi bir tedavidir filan demek değil, bu bir kan hastalıkları uzmanı olarak boyumu aşar. Ama şunu söyleyebilirim, bu tedavi yönteminin çöpe gitmesi en çok meme kanseri tedavisi için ilaçlar üreten ilaç sektörüne yaramıştır.
Bu olaya benzer başka bir olayda yine aynı yıllarda ve bu kez aşılar ile ilişkili olarak yaşandı.
1998 yılında Dr. Wakefield ve 12 arkadaşı ünlü Lancet dergisinde kızamık kabakulak ve Rubella karma aşısı ile ilişkili bir makale yayınladılar. Makale, bu aşıyı yaptıran çocukların otizme yakalanma riski taşıdıklarını bildiriyordu. Aslına bakarsanız yazı, kontrol grubu olmayan ve sadece 12 örnekten yola çıkan sığ bir yazıydı ve çocuklardaki otistik bulguların aşının uygulamasını takiben 6.3 gün sonra ortaya çıktığını ileri sürüyordu.
Makalenin yankısı makalenin bilimsel değerinin hak ettiğinden çok daha büyük oldu. Yazının yayınlanmasından sonra aşı satışlarında büyük düşüşler yaşandı. İnsanlar çocuklarına bu aşıyı yaptırmaktan kaçınmaya başladılar. İngiltere, Kanada ve ABD’de anne ve babaların çocuklarına aşı yaptırmaktan kaçınmaları yüzünden kızamık vakaları arttı.
Yazının yayınlamasından sonra, ilaç sektörünün de desteğiyle, büyük epidemiyolojik çalışmalar başlatıldı ve aşılamanın otizm sıklığını arttırmadığı gösterildi.
Nihayet, 2010 yılında Lancet dergisi Wakefield’ın yazısını geri çekti, yani hiç yayınlanmamış kabul etti. İngiltere’deki “General Medical Council” Dr. Wakefield’i dürüst ve etik olmayan kişi olarak niteledi. Gerçekten de Wakefield’ın çalışmasındaki olguların yanlı ve yanlış değerlendirilmesinden tutun, onun ilaç firmalarına karşı dava açan avukatlardan aldıkları paralara kadar her şey gün ışığına çıktı.
Peki sonunda ne oldu?
Bilim dünyası, Wakefield’ın uydurduğu bu çalışmanın doğru olmadığını kanıtlamak için epidemiyolojik çalışmalara milyonlarca dolar akıttılar, çocuklar en azından 10 yıllık o sürede daha fazla kızamık oldular. Dahası, halen bazı kendini bilmez “hurafe” düşkünleri bu algıyı kullanmaya devam ederek çocukları aşıdan uzaklaştırmaya çalışıyorlar.
Dr. Wakefield ise ABD’de Teksas’da bir klinik kurdu, halen savının doğru olduğunu iddia ediyor.