Kurban Bayramına girerken okuyucularıma sorularım var…
Nasıl oluyor da “iyi olun, çalmayın, öldürmeyin, haramdan uzak durun” diyen bir dinin mensupları bunlara inanıyormuş gibi davranarak tam tersini yapabiliyor ve sonra tertemiz kalıp inançlarını sürdürebiliyorlar?
Bir yandan “Allah’a, ahiret gününe, bütün günahların hesabının sorulacağına” inanıyorken nasıl yalan söyleyebiliyor, insan hakkı yiyebiliyorlar?
Bence bu soruların tam da tartışılma zamanı şimdi, ülkemizde yaşadıklarımız ortadayken.
Din konusunda bilgim sınırlıdır, haddimi aşmak istemem, kimseyi de incitmek değil amacım ama sizinle paylaşmak istediğim düşüncelerim var.
Sıkıntılı bulduğum noktalardan biri dinlerdeki “mutlak” yaklaşımı.
Kurallar öylesine kesinmiş gibi öğretiliyor ve kişinin kendi akıl ve vicdanına öyle az hak tanınıyor ki, vicdan ve akıl bu “mutlak” dayatmanın altında eziliyor, yok oluyor, unutuluyor, kullanılmıyor. Bu durum inananların dini daha iyi bildiğini iddia eden ve “söyledikleri kendinden menkul” kişilerin “mutlak” iradesine boyun eğmesini kolaylaştırıyor.
Yaşadıklarımızdan gördük, insanın kendi iradesi yok olunca, geriye iradesiz insan yığınları ve kibirli, dünyevi hırsları yüksek, acımasız bir ruhban sınıfı kalıyor.
Bu ruhban sınıfı dinin tüm ahlaki önermelerinin sonuna ; “yalan söylemeyin ama…, öldürmeyin fakat… “ gibi “bağlaçlar” eklemeye başlıyor. İşte bu noktada din artık bir iktidar aracına dönüşüyor.
Birileri bu “ama, lakin, fakat” gibi bağlaçların devamını sizin için doldurduğunda söylenenlere boyun eğmekten başka bir yolunuz kalmıyor. Sizi tanrı adına idare etmeye kalkışanların düşmanları ile düşman, dostlarıyla dost oluyorsunuz. Onların belirlediği “hain”, “işbirlikçi”, “dinsiz” adına ne derlerse, hiç tanımadığınız, bilmediğiniz “öteki” insanlara “düşman” oluyorsunuz.
Bir de bunlara “sürüneceğiz, acı çekeceğiz ama sonunda mutluluk var” vaatlerini ekleyin. Bu vaatler bir çok çaresiz insan için umut oluyor, bu ruh hali insanı kendi olmaktan ve aklını kullanmaktan daha da uzaklaştırıyor.
Daha bitmedi…
Bir de bunların üzerine “sen tek başına bir hiçsin” vurgusunu koyun. Hele bir de içinize “sakın sorgulama” yalanı kaçtı mı, artık tam bir “hiç” oluyorsunuz, vicdanını yitirmiş bir “hiç”…
Hiç vicdan azabı çekmeden başkaları için “öldürme” diyen bir din için öldürmeye, “yalan söyleme” diyen bir din için yalan söylemeye başlıyorsunuz.
Burada kırılma noktası “artık kullanmak için aklınıza ve vicdanınıza gerek kalmaması” halidir.
İki önemli sonuç doğuruyor bu.
İlki siz zaten “vicdan ve aklınızı başkalarına kiraladığınızdan” kendi vicdan ve aklınıza danışmaya bile gerek görmüyor ve aslında bir bakıma rahatlıyor ve kolay “günah” işliyorsunuz.
İkinci sonuçta önemli.
Akıl ve vicdan artık kullanılmadığından din açısından boşluk olan konularda vicdan ve aklınızdan önce “bir bilen” bulmaya çalışıyor, ona danışmayı istiyor ve söyleyeceklerini bekliyorsunuz.
Aslında akıl ve vicdan kullanılsa bir çok sorunun yanıtı çok kolay bulunabilir. Mesela “6 yaşında bir kız çocuğu evlenebilir mi” sorusunun yanıtını bulmak çok ama çok kolay değil mi?
Akıl ve vicdan kullanılmamaktan öylesine paslanıyor ki, bu kadar basit bir ahlaki sorun için bile birilerinin ahkam kesmesini bekler hale geliyorsunuz.
Yani özetle; çalmayın, öldürmeyin, yalan söylemeyin, yaşam haklarına saygılı olun gibi bir sürü ahlaken doğru önermelerle yola çıkıp, vaat edilmiş cennetlere kanarak, “ama, lakin, fakat” gibi bağlaçlarla bağlanarak, aklınızı ve vicdanınızı teslim etiğiniz birileri uğruna çalıyor, öldürüyor, yalan söylüyor ve sizin gibi düşünmeyenlerin yaşamadığı bir dünya için insanlığınızdan çıkıyor, aslında belki de “tam bir günahkar” oluyorsunuz.
İslam dininde ruhban sınıfının olmaması, seküler devlet, laiklik, bilimin ve aklın üstünlüğü gibi kavramlar bu nedenle çok önemli.
Ne güzel söylemiş Yunus Emre;
“Cümleler doğrudur sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen”
Yani dinde de esas olan sensin, senin aklın, senin vicdanın, senin bilgin…