Kimi anlar vardır, bütün çıplaklığıyla çıkar karşımıza. Ne yaparsak yapalım, hangi bahaneye sığınırsak sığınalım, gerçeği balçıkla sıvamak imkânsız olur. Bir gün ülkede deprem olur, gerçek bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriliverir. Uzaya gitmeyi vadedersin, gözünün önündeki köye, kasabaya, şehre günlerce gidemezsin.
KADER KİMİN SUÇU?
“Benim suçum değil kader” dersin, aslında “benim suçum değil, Allah’ın suçu demektir” bu. Öyle diyemezsin elbet, “kader” diye kesersin faturayı.
“Kimilerinin kaderinde köşkler saraylar, kimilerinin kaderinde ölüm yoksulluk mu var” diye sorarsın, samimiyetsiz yanıtlar enkazlardan yükselen yardım çığlıklarının arasında yok olur.
İstanbul’da yaşamanın riskini bilir ama hatırlamak istemezsin, ama gerçek sana aldırmaz, bir gün, bir an gelir gerçekle yüzleşmekten kaçamazsın.
Bir gün büyük deprem olur mesela, her şey altüst olur…
Yaşadıklarınız, insanları tanımak için “turnusol” kâğıdıdır.
Başkalarının emekleriyle ve onlardan aşırdıkları ile var olmaya çalışanlar, birkaç bölüm yayınlanıp kaybolan televizyon dizilerinin kahramanları gibi gerçek yaşamda aslında “yokturlar” ama “yok etmeden” de yok olmazlar. Bu yok edip yok olanların temel özellikleri sanki varmış gibi davranmalarıdır. Maharetleri; bilmeyip biliyor gibi davranmayı becerebilmeleridir.
İnsan tavlayarak sahnede kalır, kendi önceliklerinden başka hiçbir değere inanmazlar. İnsanlık yararına yaşamları boyunca taş üstüne taş koyamayanlar, taşları kendileri yaratmış gibi davranarak var olmaya çalışır. Yaşamları “miş” gibi geçenler, olup da aslında olmayanlar, ne pahasına olursa olsun sahnede olmak, bir köşe tutmak için debelenirler yaşamları boyu.
Gerçekle değil görüntüyle ve o görüntünün hak etmeden kendisine kazandırdıkları ile ilgilidirler sadece. Ülkenin imajı çok önemlidir ona göre ama imajın gerçeği daha önemlidir gerçekte…
Açlığın, yokluğun kol gezdiği deprem bölgelerinde marketlerden yiyecek alanları “yağmacı” diye eşek sudan gelinceye kadar dövmek, sonra asıl sorumluları arkasına alıp ahkam kesmenin adı nedir?
Başkalarının emekleri, düşünceleri ve yıllanmış birikimleriyle var olmayı yaşam biçimi seçenlerin önemli sayıldığı bir ülkedir bu ülke. Onun için de gericiliğin, bilgisizliğin, bilimsizliğin ve yobazlığın kucağındadır. Yıllarca yok sayılan halk gruplarının, işsiz ve çaresiz insanlarının umutsuz arayışlarına kayıtsız kalanların, o haykırışı duyamayan sözde aydın ve seçkinlerin de eseridir yaşadığımız günler. Her şeyin bir bedeli vardır ve bu bedel ödenmelidir. Adalet bir gün herkes için gerekir. Bu gerçeği işine geldiğinde anımsayanların mağdur olduklarında sızlanmaya hakları yoktur.
Gölgesiyle yüzleşemeyen ürkek kalabalıkların, resmi bütünüyle göremeyen, kendine dönük, sadece kendisiyle ilgili kısımları algılayan ve eleştirenlerin, katı ahlakçıların “ne oluyor bize” deme hakları yoktur.
Gündelik pratiklerinde “ne tarafa meyletsem bana daha yarar” diye soranların, işsizlikten, korkudan, yeteneksizlikten “sahibinin sesi” olmayı içine sindirenlerin ülkesinde korku her yana sinmiştir.
Kötü kişiyi insanın tanıması kolaydır. Belki baş etmesi de kolaydır. Bonhoeffer’in dediği gibi; kötülük kendi içinde kendi yıkımının tohumlarını her
zaman taşır.
Belki asıl sorun eğitimsiz, cahil, yoksul ve yoksun kalabalıklardır. Bu kalabalıklar kötüler kadar yıkıcıdır. Üzücü olan bu duruma düşmeleri kendi suçları değildir ama kötüler kadar kötü olabilirler. Marketlerden yiyecek içecek alanları – belki de yağmacıları- akıl almaz biçimde döven kolluk kuvvetlerini sanki depremdeki yıkımın sorumlusu onlarmış gibi alkışlamak, gerçek sorumluların önünde el bağlamak da cahillikten ve yoksunluktan bile olsa kötülüktür mesela.
Haklı ve doğru duruşun gücü gibisi yoktur, bilerek ve bilmeden kötü olanlar bunu bilmezler. Duru akıl karmaşık kurnazlıktan, saflık karanlıktan çok daha güçlüdür çünkü.
Pandoranın kutusu bir açılmaya görsün. Kaybolup giderler…
Bir gün bir deprem olur, gerçek yokmuş gibi davranılması mümkün olamayacak biçimde gelir baş köşeye oturur.