Geçtiğimiz haftalarda yalan ve narsizm üzerine yazmıştım. Yalan söylemenin ne kadar sıradanlaştığından, eskiye ait en çok utanma duygusunu özlediğimden söz etmiştim. Aslında yalanın, yalancının yüceltildiği bu çağın bir ismi var, “gerçek sonrası” çağı.
“Post-truth” çağı veya ismine ister “gerçek ötesi”, ister “post-olgusal” veya isterseniz “gerçek sonrası” deyin, tam bir pandemi gibi tüm dünyayı etkisi altına almış durumda.
Oxford Sözlüğündeki “post-truth” tanımı şöyle; nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu.
Yani gerçeğe aldırmadan sadece algı ve yalanlar ile akıl karıştırarak kitlelerin yönlendirilmesi. Eskiden bilgilenememekten yakınırdık, şimdi hiperinformasyon aklımızı başımızdan alıyor.
Gerçeklik döneminde hakim olan deyiş şuydu; “Düşünüyorum öyleyse varım.” Gerçeklik sonrası dönemde ise durum şudur; “İnanıyorum, öyleyse haklıyım.”
Gerçek ötesi sözcüğü ilk kez 1992 yılında, Sırp asıllı Amerikalı Oyun Yazarı Steve Tesich’in The Nation dergisinde yayımlanan bir yazısında kullanıldı ancak popülaritesi Ralph Keyes’in 2004 yılında “The Post-truth Era” isimli kitabından sonra arttı.
Öyle ki, gerçek artık önemini neredeyse tamamen yitirdi ve onun yerine tuhaf bir “algı” yönetimi geçti. İnsanlar, gözlerinin önündeki koca gerçeği görmek yerine onlara söylenen, öğretilen, gerçekle ilgisi olmayan ama inandırıldıkları safsatalarla yaşamayı seçmeye başladı.
Umberto Eco bu durumu çok güzel anlatıyor; Artık esas meselemiz bir şeyin yanlış olduğunu ispatlamak zorunda kalacak olmamız değil, esas meselemiz apaçık doğrunun doğru olduğunu ispatlamaya çalışmak zorunda kalacak olmamız.”
Eco haksız değil. Bu ülkenin ulusal televizyonlarında Nuh Peygamber cep telefonundan aramış olabilir diyenlere bunun olamayacağını, Uzaylıların türbe gezdiklerini söyleyenlere, bunun akla uzak olduğunu anlatmaya çalışmakla zaman harcıyoruz.
Kilise, “Gerçeklik öncesi” veya “pre-truth” döneminde dünyanın düz olduğunu söylüyordu, bu gerçek öncesi dönemin en tipik yanılgılarından biriydi. Sonra “gerçeklik” döneminde Pisagor, Macellan gibiler çıktı dedi ki; hayır, dünya yuvarlaktır. İnsanlık görkemli bir aydınlanma dönemi yaşadı.
Şimdi “Gerçek ötesi” çağda yeniden dünyanın düz olduğuna inanlar var. İnternete girip bakın, “The Flat Earth Society” isimli dernek açıkça dünyanın düz olduğunu iddia ediyor ve buna inanan onlarca insan var.
Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım anlatıyordu, birisi ona şöyle söylemiş; yer çekimi olduğunu nereden biliyorsun, belki de gök itimidir o”.
Bu “gerçek sonrası” halleri tıp alanında da geçerli.
Her gün TV’lerde bir çok para-medikal uzman, çıkıp klasik tıbbın gerçeklerine neredeyse taban tabana zıt bilgiler veriyor, sürekli konuşuyorlar.
Ulusal TV’lerimizden birinde bu zatı muhteremlerden biri, kişileri baş aşağıya çeviren bir düzenek icat ettiğini ve kişiler baş aşağı döndüğünde yer çekimi etkisi ile kanın baş bölgesine doğru hızla akacağını ve beyin damarlarını genişleterek beynin kan dolaşımını arttıracağını ileri sürüyordu.
Bunlarla her hangi bir tartışmaya girmek son derece zor bir iş.
Hiç bir akademik birikimi olmayan, sadece inandıkları için veya “duygusal nedenlerle” beyinleri safsata dolu bu kişileri ciddiye alıp onlarla “gerçek sonrası” tartışmalara girmek akıl karı mı?
Çoğunun eğitimi kendinden menkul olan bu kişilere Umberto Eco’nun dediği gibi doğrunun doğru olduğunu anlatmaya çalışmak akla ziyan değil mi?
Bir İngiliz özdeyişi var; “Bir domuzla asla kavga etmeyiniz. İkinize de çamur bulaşır. Ne var ki domuz bundan hoşlanır.”
Peki, ne yapmalı?
Bizler hala şaşkınlığımızdan sıyrılamazken, gerçek ötesi dönem kendi bilim insanlarını, siyasetçilerini üretmeye devam ediyor. Bu akım dünyayı ortalama insanlara emanet ediyor, yüzyılımızı “averaj insanlar yüzyılı” haline getiriyor. Panzehir elbette bilim, akıl ve analitik düşüncenin dünyaya yeniden hakim olmasını sağlamak…
Peki, ama nasıl?