Yedi sekiz yıl önceydi. İlhan Selçuk’u ilk kez orada dinledim, gördüm, tanıştım. Derin bilgisine, duyarlılığına, nezaketine, alçakgönüllülüğüne hayran kaldım. Yıldız Üniversitesinde Melih Cevdet’in anıldığı bir panele katılmıştım. Aynı gecenin akşamında, Yıldız’ın boğaza bakan muhteşem manzarası eşliğinde küçük bir grup akşam yemeği yemiştik. Bu yemekte, panelde konuşmacı olan İlhan Selçuk, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Emre Kongar, Cevat Çapan, Demirtaş Ceyhun, Coşkun Özdemir ve dönemin Yıldız Üniversitesi Rektörü Ayhan Alkış gibi birçok bilim, edebiyat, sanat ve kültür adamı da vardı ve onlardan Anday ile ilgili çok hoş öyküler dinlemiştim…
Melih Cevdet Anday’ı hasta günlerinde ve hastanede tanımıştım. Tanımıştım demek pek doğru olmaz, çünkü gerçekten ilişki kurulabilir gibi değildi, çok hastaydı, yazmak bir yana, okuyamıyordu bile…
Tıpkı ilk kez Anday hakkındaki bir konuşma sırasında tanıdığım İlhan Selçuk’un son zamanları gibi… Hastalarımı görmek için gittiğim Amerikan Hastanesi Genel Yoğun Bakımında onun son anlarına tanıklık ettim…
Aklıma o ılık yaz gecesi geldi…
Mesleğim ne yazık ki, bu insanların hep son zamanlarına tanıklık etme şanssızlığı verdi bana. Ergün Balcı da öyleydi, Mehmet Fuat da… İlhan Beyin ölüm haberini verebilmek için Orhan Bursalı’yı aradım, haberi vardı, kötü haber hızlı yayılmıştı…
Melih Cevdet Anday’ın ismini ilk duyduğumda sanırım ortaokuldaydım. Yaşamımdaki birçok ilk gibi annemden öğrendim onu. Ancak, sevgili annem “Garip” den söz ederken hep Orhan Veli’yi anlatırdı, her nedense. Sanırım, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat gibi güzel görünümlü insanların yanında “garip” deyince aklına Orhan Veli geliyordu. Gerçekten de bu ikisi ile karşılaştırıldığında, kısa kesim pantolonları, tuhaf şapkası, insanlardan kaçan mahcup görüntüsüyle Orhan Veli en “garip” idi.
İlhan Selçuk ismini ise anneannemin ölümüyle öğrenmiştim daha küçücük bir çocukken…
Anneannemi kaybettiğimizde geriye ondan sadece bir bavul eşya kalmıştı. Bavulunun içinden Cumhuriyet’ten kesilmiş çok sayıda İlhan Selçuk makalesi çıkmıştı. Anneannem bana okumayı öğreten kişiydi, bu nedenle kimi okuduğu benim için çok önemliydi. O gün kazındı aklıma İlhan Selçuk ismi. “Pencere” o günlerde hayatıma girdi ve bir daha da hiç çıkmadı…
Onun penceresi son kez 15 Ağustos 2009 tarihinde açıldı. Bu tarih onun son yazısını yazdığı tarihti. Belki de ölüm gününü o tarih saymak gerekir. Tıpkı Melih Cevdet’in son şiirini yazdığı 1997 yılının onun ölüm yılı olması gerektiği gibi…
İlhan Bey penceresinden okuyanlara şu mesajı verirdi. “Her şey değişir, hiçbir şey aynı kalmaz”.
Tıpkı arkasından “veda” konferansı verdiği Melih Cevdet’in dediği gibi…
“Protohippus atın ceddi
Dinothorium filin ceddi
Biz insanın ceddi…
Gelecek mutlu insanın…”
İlhan Beyin penceresinden okuyanlarına mesajı netti; “Her şeyin üstünde olan akıl ve bilgidir. Dogmalardan uzak durun, her şeyden kuşku duyun, kendi kuşkuculuğunuzdan bile kuşku duyun”
Sevgili arkadaşı Melih Cevdet’in dediği gibi;
“İnsanoğlu aklı aşmalıdır; eğer aşmazsa, akıl da bir dogma olur.”
Ben onu aynı zamanda hekim gözüyle de okurdum… Bir hekim için İlhan Selçuk’u anlamak demek doğruların her zaman değiştiği tıp alanında her şeyi ben bilirim ve doğru yaparım yaklaşımından uzak durmaktı. Bir hekim için İlhan Selçuk’u anlamak demek hastalar için verdiği her karardan kuşku duymak, yeniden sorgulamak demekti. Bir hekim için İlhan Selçuk’u anlamak demek tıptaki doğruların hızla değiştiğini bilmek ve onların peşinden koşmak, kanıt değeri olan bilgiyi kullanmak demekti…
İlhan Selçuk’un penceresi uygarlığın penceresiydi…