Henüz ortaokulu yeni bitirmiştim. Ankara Atatürk Anadolu Lisesinde yatılı öğrenciydim. Ailem uzaklardaydı ve daha henüz 12-13 yaşlarındaydım.
Babam bana demişti ki; eğer Ankara’daki okula gitmezsen en çok benim kadar olursun, ama gidersen daha iyi eğitilirsin, daha fazlası olursun. Bilgi her şeydir, güçtür…
Dünden razıydım, babamın sözünü dinledim ve Ankara’da yatılı öğrenci olarak Ankara Atatürk Anadolu Lisesinde öğrenim görmeye gittim. Bir yıl hazırlık ve 3 yıl ortaokul…
Dört yılın sonunda tükendim, ailemi özledim, uzakta olmak ağır geldi çocuk yüreğime, Kayseri’ye, ailemin yanına dönmeye karar verdim.
Bir yaz tatili günü karar verdik. Annemle beraber Kayseri’den bindik Ankara otobüsüne ve okula geldik, amacımız kaydımı Ankara’daki okulumdan almak, Kayseri’de bir liseye aktarmaktı.
Bizi o yaz günü okulumuzun müdür yardımcısı, Melahat Akmut karşıladı, Disiplin Kurulu Başkanı, pek az gülen, hepimizin çok çekindiği bir öğretmendi. Matematik öğretirdi bize, ne kadar zordu dersleri…
Bizi kapıda karşıladı, uzun konuştu benimle, hiç aklıma gelmeyecek biçimde, sanki bir arkadaşı gibi oturttu karşısına, annemi odadan dışarı çıkardı. Hiç abartmıyorum iki saate yakın sohbet etti benimle.
O sert kadından eser yoktu, aşık olduğum kızlardan, hafta sonu neler yaptığıma, tuttuğum takıma… Annem gibiydi.
Bana dedi ki; bırak annen dönsün, sen devam et burada okulunda, hafta sonları benim evime gel, istersen ben de kal.
Kabul ettim.
Bir de sır paylaştık onunla, okul yıllarında herkesten sakladığım, sonra da pek az insana anlattığım.
Artık söyleyebilirim.
Bana müdür yardımcısı odasının anahtarını verdi. Sınav soruları, disiplin kurulu evrakları gibi bir sürü “değerli” evrak olan odasının anahtarını.
“Bu anahtar sen de kalsın” dedi, “çok sıkılırsan, bunalırsan, sessizlik istersen, çalışacak yer bulamazsan bu odayı kullanırsın.”
Tüm bir lise eğitimim boyunca beni uzaktan izledi, derslerimi, notlarımı takip etti.
Türkiye’nin sağ-sol kavgasına itildiği o akıl dışı yıllarda bizlere zarar gelecek diye üzerimize titredi. Disiplin kurullarında, okul içinde, okula gidip gelirken bizleri korudu.
Koruduklarından biri şimdi Amerika’da meslek yaşamını sürdüren Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil’dir. Yani bu ülkenin bilinen en önemli tıp insanlarından biri, Harvard Üniversitesi Genetik Bilimler Bölümü Başkanı…
Henüz Doçent olduğum yıllarda onunla yeniden karşılaştık, nadiren görüştük, sıkça telefonlaştık. Her öğretmenler gününde aradım, ses tonum onunla konuşurken hep o eski yıllardaki şekline dönüyordu, biraz çekingenlik, çokça minnettarlık.
Sesini en son 1 ay önce duydum. Düşmüş, kalçasını kırmıştı. Geçtiğimiz günlerde haberi ulaştı bana. Bugünlere gelmemde bana çok katkısı olmuş sevgili öğretmenim Melahat Akmut yaşamını yitirmişti.
Bu satırları neden yazdım?
İlki bu eğitim emekçisi ile ilişkili olarak tarihe bir not düşmek için.
Ama daha da önemlisi giderek ahlaki değerlerin yozlaştığı, “kısa yoldan” ve “zahmetsiz” adam olmaya çalışanların itibar gördüğü, bilim, bilgi ve emeğin değersizleştirildiği bu ülkede aslolanın “emek” ve “bilgi” olduğunu bir kez daha hatırlatmak için.
Bu ülke eskiden de “bilgisiz” ve “cahil” insanların çoğunlukta olduğu bir ülkeydi. Ama bilgiye ve bilgili insana bir saygı ve öykünme vardı.
Hiç bir Cumhurbaşkanı “dil bilmek ne işe yarar” demiyordu, “herkese Profesörlük verelim” demiyordu. Hiç bir Milli Eğitim Bakanı öğretmenlere bakıp, iyi ki çocuklarım öğretmen değil diye sevinmiyordu. Büyüklerimiz “din dersi seçmeli olsun diyoruz da kimya seçmeli olsun neden demiyoruz” diye yakınamıyordu.
Melahat Öğretmenler kıymetliydi.