Telefonda benimle son derece sinirli bir ses tonuyla konuşuyordu…
-Ben bir gazeteciyim…
-Buyurun, sizi dinliyorum…
-Henüz 18 yaşında, cezaevinden getirdiler, akut lösemi yani kan kanseri tanısı var. Onu dört duvar arasına tıktılar… Sizden uzman görüşü istiyorum…
-Lösemi hastalarını izole odalarda tedavi etmek gereklidir…
-Dışarı bile çıkmasına izin vermiyorlar…
-Lösemi hastalarında infeksiyon ve kanama riski yüksek olduğundan izole odalardan dışarı çıkmalarına izin verilmez. İnfeksiyon bu hastaların takibinde en önemli ölüm nedenidir.
Giderek ses tonu yükseliyor ve benden söylememi istediği şeyleri duyamamaktan rahatsız oluyordu.
-Odasına ziyaretçileri kabul etmiyorlar…
-Lösemi hastalarının ziyaretçilerini sınırlamak yukarıda sözünü ettiğim infeksiyon riski nedeniyle gereklidir…
-Kapısında polis ve jandarma bekliyor…
-Hanımefendi, bir kan hastalıkları uzmanı olarak bu konuda yorum yapamam…
İyice sinirlenmişti ve sesi titriyordu…
-Siz değil hekim, insan bile değilsiniz, söylediğiniz hiçbir şeyi yazmayacağım, kullanmayacağım…
Serinkanlılığımı korumakta zorlanıyordum.
-Siz eğer bir gazeteci iseniz, diğer lösemi hastalarının ne koşullarda izlendiğine bir bakmalı ve karşılaştırmalısınız…
Sözlerimin sonunu duymamıştı, telefonu öfkeyle kapattı.
Sonradan öğrendim, birçok ortak tanıdığımız vardı, dünyaya benzer pencerelerden baktığımız biriydi.
Aslında yaşadığımız çatışmalar; ideolojiler, dinler, ülkeler arasında değildir. Savaş; bilgi ile cehaletin, sağduyu ile ön yargının savaşıdır. Bu genç insanın dediklerimin bir tek kelimesini bile anlamamasının hatta duymamasının nedeni daha konuşmaya başlarken kafasındaki kurgudur.
“Mahkûm birine insanlık dışı muamele ediyorlar”…
Bu aslında Türkiye gibi bir ülkede “rastlanmayan” bir durum değil. Ancak bu akut lösemi hastası için yapılanlarda bir yanlışlık yok. Elbette hastayı izole edecekler, elbette ziyaretçi yasağı koyacaklar. Ancak karşımdakinin bunları anlamaya hiç niyeti yoktu. O aynı dünya görüşünü paylaştığı hasta arkadaşının haksızlığa uğradığına, benim ise gölgesinden çekinen bir korkak veya “onların” adamı olduğuma emindi.
Bilgisizlik, önyargılar, kafalara küçük yaşlarda tıkıştırılan dogmalar insanları cesur, kendinden emin, rahat ve mutlu yapıyor. İnsan öylesine net ve tartışmasız doğrulara sahip oluyor ki; düşmanlar, hainler yaratmak çok kolaylaşıyor. Bu sayede belki de insan kendini daha değerli, yaşamını daha anlamlı sanıyor, kahramanlıklara soyunuyor… Küçük bir çocuk iken, “herkes vatan için ölmek” konusunda konuşurdu. Ben ise gizliden gizliye ve biraz mahcup anlamaya çalışırdım. “Vatan için yaşanamaz mıydı? ”
Cornell Üniversitesinden Justin Kruger ve David Dunning 1999 yılında kendi isimlerini verdikleri bir sendrom tanımladılar. Journal of Personality and Social Physchology dergisinde yayımlanan makale özetle şunları söylüyordu: “Cahillik, bilginin tersine insanın kendine olan güvenini arttırır, bilgi içinde kuşkuyu da taşıdığından cahillik kadar güvenli değildir.”
Kruger Dunning Sendromu’nun temek çıkış noktaları şunlardır:
Niteliksiz insanlar durumlarının farkında olmazlar ve özeleştiri nedir bilmezler…
Niteliksiz insanlar kendilerini ve niteliklerini abartma eğilimi gösterirler…
Niteliksiz insanlar, nitelikli insanların değerini anlamaktan acizdirler…
Niteliksiz insanlar kendilerinden öylesine emindirler ki, ikna edilemezler…
Bertrand Russel diyor ki; “Günümüzde, dünyadaki temel sorun, aptalların kendilerinden son derece emin, akıllıların ise şüphe içinde olmalarıdır.”
Haksız mı?