Geçtiğimiz günlerde üçüncü baskısını yapan “Bilim Bizi Kandırıyor mu?” isimli kitabım ile ilişkili olarak henüz yirmili yaşlarında olan sevgili Kutay’dan çok önemsediğim elektronik bir posta aldım. Kutay’ı neredeyse hiç tanımıyorum ama yazdıklarını okuduğumda onu daha çok tanıma isteği duydum…
Yazdıklarından kimi bölümleri aktarmak istiyorum.
Bilimin tanımı ve bilime bakarken benim yaşadığım ikilemlerle ilişkili önemli vurgular var mektupta. Bilimi salt odak almayıp onu etkileyen çevresel faktörlere bakarak bilimi tanımlamak veya tersine çevresindeki faktörlere bilim odaklı kalıp bilim gözüyle bakmak ikileminden söz ediyorum.
“Kitabınız bana biraz Virginia Woolf’un “Jacob’s Room” isimli eserini anımsattı.
Şu bakımdan: Bu romanda Jacob’un tüm hayatı, Jacob’ın etrafındaki insanların (özellikle de kadınların) bu genç adam hakkındaki gözlemleri, düşünüşleri üzerinden anlatılır. Çok hoş kitaptır ve sonunda (Woolf da bunu ister) Jacob’ı tanıyamadığınızı, tanımlayamadığınızı hissedersiniz, hatta Jacob’ın varoluşunu bir tür boşluk, bir ‘vakum’ gibi deneyimlediğinizi fark eder, irkilirsiniz.
Benim deneyimlediğim haliyle, sizin kitabın Jacob’ı, ‘bilim’ kavramı. Etrafını sarıp sarmalamış, içine nüfuz etmiş bunca kötülüğe, bilgisizliğe rağmen umut bağladığınız, savunduğunuz ‘bilim’ kavramını, bu kavramın doğasını ve ontolojisini sizin nasıl gördüğünüzü daha çok okumak, daha iyi anlamak isterdim…”
Aslında Kutay’ın Jacob benzetmesi hoşuma gitti, belki de bilime bakarken salt bilim olarak bakabilmek, aslında çevresel faktörlerden ve onların gözünden bağımsız, nasıl olması gerektiğini daha doğrudan tartışmak gerekir. Bu benim yaparken zorlandığım bir şey, çünkü günümüz üretim ilişkileri içinde karşılığı yok bu tartışmanın. Ama aksi de riskli, o zaman Kutay’ın söylediği o boşluğa düşme riski çok artıyor.
Kutay soruyor; “En basit haliyle ampirik metottan, aydınlanma etiğinden mi bahsediyoruz ‘bilim’ derken ve ‘bilim’ savunuculuğu yaparken?”
Aslında bu sorunun yanıtı “evet” ama Kutay’ı kesmiyor.
“Yapısökümsel düşünceye ve aydınlanma eleştirisine meylim var, (post)modern seküler bireyler olarak kutsadığımız kimi temel kavram ve sistemlere (etraflarına sonradan eklemlenmiş üretim-pazarlama ilişkileri yüzünden değil, temel taşlarını oluşturan güç ve şiddet ilişkileri sebebiyle) şüpheyle yaklaşmadan edemiyorum. Örneğin -sizin de kitapta alttan altta, içinde barındırdığı popülist damar sebebiyle eleştirdiğinizi gözlemlediğim- ‘demokrasi’ kavramı. Aydınlanma Çağı’ndan beri en büyük siyasi ‘değerimiz, tabumuz. Halbuki bu kavramın Antik Yunan’daki tarihsel formülasyonu itibariyle içinde bulunduğumuz dünyanın ihtiyaçlarına cevap vermesi belki de imkânsız, bilindik sebeplerle. Antik Yunan demos’unun sosyoekonomik temel taşı kölelik. Şehir devletini yönetecek bilgi ve görgüye, temel eğitime, oy ve söz hakkına sahip bir ‘vatandaş’
sınıfının ortaya çıkabilmesi için; aynı haklardan mahrum, üreticiliğe mahkûm bir köle sınıfının var olması ve pekiştirilmesi gerekiyor. Bugün eleştirisini kabul edilemez gördüğümüz, yozlaşmasına hüzünlendiğimiz, olgunlaşmasını umduğumuz siyasi sistemin asli doğası bu. Antik Yunanlılardan farklı yaptığımız şey günümüzün ‘köleliğe mahkûm kitlelerine siyasi söz hakkı tanımak. Sonra da bu kitlelerin, yani aslında sistemin doğasının, mobilize edilmesi yoluyla artan, demokrasileri gitgide domine eden popülizmden, siyasette banal olanın zaferinden (bir kavram olarak ‘demokrasiyi hala yücelterek) şikâyet etmek. Hiç aynı şey değil tabii, ama kitabınızın ürkütücü bir açıklıkla gösterdiği gibi besbelli ki kuşatma altında -ve belki içi çoktan Troya atlarıyla dolu- ‘bilim’ kavramı da bu tür bir şüpheciliğe tabi tutulabilir (ve kitapta çok güzel anlattığınız popülist yozlaşmanın altında ezildikçe ezilir) gibi geliyor bana. Tabii bilimin ne olup olmadığı, insana ne sunup ne sunamayacağı üzerine -belki aydınlanmacılarınkinden daha eleştirel, daha mütevazi- yeni düşünce ve savlar üretmezsek.”
Çok keskin bir çıkış.
Daha çok uzun bu mektup ama burada kesiyorum. Üzerinde biraz düşünebilmek için.
Kutay bu ülkede büyümüş bir genç.
Sadece bu gençler yüzünden “umut” hiç eksilmez bu coğrafyada…